
Örümcek Ağının Ardındaki Benlik
- Nihansu Serter
- 7 Kas
- 8 dakikada okunur
Sabahın ilk ışıklarında, çiy damlalarıyla bezeli bir örümcek ağı parıldar. Bu ağ, dışarıdan bakıldığında bir dantel gibi güzel ve düzenlidir; ancak ardında, kendi köşesine çekilmiş bir örümcek gizlenir. Hepimiz, doğduğumuz andan itibaren tıpkı böyle bir ağ örmeye başlarız. Sosyal benliğimiz de görünmez ipliklerden örülmüş karmaşık bir ağ gibidir: En eski bağlarımızdan, çocuklukta kurduğumuz ilk ilişkilerden itibaren ilmek ilmek dokunur ve içinde büyüdüğümüz toplum tarafından şekillendirilir. Bu ağ, dış dünyaya gösterdiğimiz yüzümüzü biçimlendirirken aynı zamanda iç dünyamız ile dış dünya arasında bir maske ve sınır görevi görür. İncecik ipliklerden örülü olmasına rağmen bizi koruyan bir duvar gibidir; narin ama dirençli, şeffaf ama saklayıcı.
İlk İplikler: Çocuklukta Örülen Ağ
Her insanın ilk iplikleri, anne babasıyla ve yakın bakıcılarıyla kurduğu bağlarla atılır. Bebek, ilk günden itibaren etrafındaki yüzlerden, seslerden ve dokunuşlardan anlamlar örmeye başlar. Sevgi dolu bir gülümseme, sakinleştirici bir ses, zamanında karşılanan ihtiyaçlar – bunlar güvenli bir ortamın işaretleridir ve bebeğin kendini güvende hissederek gerçek benliğini göstermesine imkân tanır. Örneğin, ağlayan bir bebeğe şefkatle karşılık veren “yeterince iyi” bir anne, bebeğe duygularının kabul gördüğünü hissettirir. Bu durumda bebek, içinden geldiğince gülümser, ağlar, coşkuyla hareket eder; yani içsel dürtülerini ve duygularını özgürce ifade eden özünü, gerçek benliğini yaşamaya başlar.
Ne var ki, hayatın erken sahnesinde her zaman bu kadar şanslı olmayız. Diyelim ki bir çocuk ağladığında sert bir sesle susturuluyor ya da kendi isteklerini gösterdiğinde sürekli engelleniyorsa, o çocuk hayatta kalmak ve sevilmek için farklı bir yol öğrenir. Donald Winnicott adlı psikanalist, işte bu uyum sürecinde çocuğun geliştirdiği yapıya “sahte benlik” adını verir. Çocuk, çevresinin beklentilerine uyum sağlamak uğruna gerçek duygularını gizlemeye başlar; adeta hislerini yutan, kendinden ödün veren bir maske geliştirir. Bu maske, başlangıçta bir koruyucu kalkan işlevi görür: Çocuk, iç dünyanın fırtınalarını dışarıya belli etmez ve böylece cezadan, reddedilmekten ya da hayal kırıklığından korunmaya çalışır. Bir bebeğin açlığını unutturup uslu durmaya çalışması ya da korkusunu belli etmeyip “iyi çocuk” rolüne bürünmesi, hep bu hayatta kalma stratejisinin ilk iplikleridir.
İlerleyen yıllarda çocuk büyüdükçe, sahte benliğin ağı da genişler ve güçlenir. Her yeni deneyim, ağa bir düğüm daha ekler. Örneğin okul çağında bir çocuk, öğretmeninden aferin almak için sessiz ve uslu durmayı öğrenir – belki de yaramazlık yapma dürtüsünü bastırarak ağının bir ipini daha sağlamlaştırır. Arkadaşlarına uyum sağlamak isteyen bir genç, sırf kabul görmek için kendi fikirlerini gizler, popüler olan neyse onu söyler; böylece ağının desenine toplumun ipliklerini katar. Bu şekilde dokunan sahte benlik, çocuğun öz benliğini gizleyerek çevrenin onayını kazanmasını sağlar. Ancak bedeli, içten içe hissedilen bir içsel boşluk olabilir. Winnicott’a göre, çocuklukta geliştirilen bu sahte benlik ileride bireyin içinde bir tür sahtelik duygusuna, kendi özüne yabancılaşmaya yol açabilir. Nitekim duygularını bastırarak büyüyen biri, yetişkin olduğunda “Ben aslında kimim?” sorusunu sormaya başlayabilir. Örülen onca ipin ardında, kendi gerçek yüzünü seçemez hale gelme tehlikesi vardır.
Toplumsal Sahne: Maskeler ve Roller
Yetişkinlik dünyasına adım atar atmaz, sosyal yaşamın görünmez sahnesinde rollerimizi oynamaya başlarız. Her sabah evden çıkarken işe, okula ya da insanların içine karışırken aslında bir sahneye adım atıyoruz. Üzerimize giydiğimiz kıyafetlerden takındığımız ifadeye kadar her detay, o günkü performansımızın bir parçasıdır. Kanadalı sosyolog Erving Goffman, gündelik yaşamı büyük bir tiyatro oyununa benzetir. Ona göre insanlar, her zaman ve her yerde az çok farkında olarak belli bir rolü oynarlar. Yani toplum içinde karşılaştığımız herkes – komşumuz, iş arkadaşımız, hatta yakın dostumuz – bir nebze rol yapmaktadır ve biz de öyle. Goffman bu durumu “gündelik yaşamda benliğin sunumu” olarak adlandırır; her birimiz, çevremize kendimizi sunarken bir maske takarız. Bu maske, topluma gösterdiğimiz yüzdür ve genellikle “olmak istediğimiz halimizi” yansıtır. İlginç olan şudur ki: O kadar özenle tasarlarız ki bu toplumsal maskeyi, sonunda kendimiz de onun gerçek yüzümüz olduğuna inanabiliriz. Goffman, insanlar hakkında oluşturdukları imaja uygun davrandıkça maskelerinin bir anlamda en hakiki benlikleri haline geldiğini söyler. Gerçekten de çoğu zaman, oynadığımız rol kimliğimizin bir parçası olur.
Toplum sahnesinde farklı dekorlar ve seyirciler önünde farklı maskeler takarız. İş yerinde ciddi ve kontrollü, arkadaşlar arasında şakacı ve rahat, aile yanında saygılı veya hassas… Her bağlam, bizden ayrı bir oyun ister. Bir anlamda birden çok örümcek ağı örmüş gibiyizdir: Her sosyal çevreye uygun bir vitrin hazırlarız. Örneğin bir doktor, gün boyu hastalarına karşı sakin ve güven verici bir rol sergiler; ama evine döndüğünde, belki sahne arkasına geçmiş gibi, yorgunluğunu ve kırılganlığını ancak çok yakınlarına gösterir. Goffman bu durumu “ön bölge” (sahne önü) ve “arka bölge” (sahne arkası) kavramlarıyla açıklar. Sahne önünde maskemiz takılıdır, izleyicilere uygun bir performans sergileriz; sahne arkasında ise perde aralanır, rolümüzden sıyrılabildiğimiz anlar yaşarız. Ancak bazen, sahne arkasında bile maskemizi tamamen çıkaramadığımız olur. Yalnız kaldığımızda dahi zihinlerimizde toplumsal sesler yankılanır; “şöyle olmalısın, böyle davranmalısın” diyen içselleştirilmiş kurallar, bizimle baş başa kalır. Yani örümcek ağımız öylesine içimize işlemiştir ki kendi kendimize bile rol yapar hale gelebiliriz.
Toplumsal maskelerin faydalı yanları da yok değildir. Onlar sayesinde uygarlık dediğimiz ortak hayat mümkün olur: Herkes her duygusunu anında dışa vursa, her içgüdüsünü kontrolsüz yaşasa sosyal düzen kaosa dönerdi. Birbirimize nezaket göstermemiz, öfkemizi frenlememiz, resmi ortamlarda belli protokollere uymamız maskelerimizin sayesinde gerçekleşir. Aslında bu maskeler, aynen bir kabuğa veya zırha benzetilebilir. Filozof George Santayana’nın da ima ettiği gibi, “yaşayan her şeyin havayla temas eden bir derisi, bir kabuğu olmalıdır; bunu, kalbimiz olmadığı için eleştiremeyiz.” İnsan olmanın parçası, savunmasız yüreğimizin üstüne bir sosyal kabuk örmektir. Bu kabuk yani sosyal benlik, bizi dış dünyanın sert rüzgârlarına karşı korur. Ancak sorun şuradadır: Kabuk çok kalınlaşırsa içindeki hayat ışığı sönükleşir, maske hiç çıkmaz hale gelirse yüzümüz hava almaz. Goffman’ın işaret ettiği gibi, insanlar yakın arkadaşlarına, güvendikleri kişilere kendilerinin daha açık ve farklı bir yanını yansıtma ihtiyacı hissederler. Yani sürekli rol yapmanın getirdiği yorgunluğu atmak, sahne makyajımızı silip gerçek yüzümüzle görülmek isteriz. Ne var ki, yıllar içinde ördüğümüz ağın ardında o kadar uzun süre saklanmış olabiliriz ki maskeyi çıkarmak bizi çıplak hissettirebilir. Bu noktada devreye, içimizdeki daha derin bir katman girer: gölgede kalmış öz benliğimiz.
Gölgedeki Benlik: Saklanan Gerçek
Her maskenin ardında, maskenin gösterdiklerinin tam zıddını barındıran bir gölge vardır. Psikiyatr Carl Gustav Jung, bireyin dünyaya sunduğu yüzüne persona yani “maske” derken, onun bilinçaltında kalan karanlık ikizine de gölge adını verir. Jung’a göre persona, “dünyaya karşı takındığımız sosyal yüz, yani olmak istediğimiz ve başkalarının görmesini istediğimiz yanımızdır”. Gölge ise bunun zıttı: Toplumun onaylamadığı, bizim de kendimizde görmek istemediğimiz duygu ve eğilimlerin deposudur. Bir çocuk, içten içe hissettiği öfkesini bastırmak zorunda kaldığında, o öfke gölgeye atılır; genç bir kız, topluma uymak için aşırı hırsını veya cinsel merakını saklamak zorunda kaldığında, bunlar gölgeye itilir. Yıllar boyunca süren bu ayıklama işlemi sonucunda personamız yani sosyal ağımız parlak, temiz, “uygun” görünen ipliklerden örülürken; canımızın parçaları, ham ve çiğ yanlarımız, gizlice bu ağın ardındaki karanlık köşelere itilir. Gölge arketipi, bastırılmış arzularımızdan utançlarımıza, saldırgan dürtülerimizden incinmiş yanlarımıza dek tüm bu saklı parçalarımızı barındırır. Ve her ne kadar görmezden gelsek de gölgemiz aslında bizim bir parçamızdır. Örümcek ağı ne kadar geniş ve ince dokunmuş olsa da gölgesi daima oradadır ve gün ışığı nasıl ağın desenini duvara yansıtıyorsa, hayat da gölgemizi davranışlarımıza yansıtır.
İçimizdeki gölge, zaman zaman kendini hissettirir. Mesela toplum içinde çok nazik ve sabırlı görünen birinin, kimse bakmazken ansızın öfke patlamaları yaşadığını duyarız. Veya mükemmel bir hayatı var gibi görünen birinin, gece yalnız kaldığında derin bir hüzne kapıldığını… Bunlar gölgenin sızdığı anlardır. Çünkü persona maskemizle ne kadar uyumlu, başarılı, güleryüzlü olsak da gizli benliğimiz temel insani duygularını bir şekilde ifade etmenin yolunu arar. Jung’un dediği gibi, bastırılan her şey, üzerindeki baskı arttıkça daha güçlü biçimde yüzeye çıkmak ister. Gölge yanlarımızı tamamen inkâr etmek mümkün değildir; aksine, inkâr edilen gölge büyür ve kontrolsüz biçimde bizi etkilemeye devam eder. İç dünyamızda bir çatışma oluşur: Bir yanımız toplumun bizden beklediklerini harfiyen yerine getirirken, diğer yanımız derinlerde bunlara isyan eder. Örneğin yıllarca “kibar, fedakâr, iyi insan” maskesi takınmış biri, orta yaşlarında aniden isyan duygularıyla tanışabilir; hep “güçlü ve sorunsuz” görünmüş bir başkası, geceleri sebepsiz kaygılarla boğuşabilir. Bunlar, gölgede kalan gerçek özün pencereden başını uzattığı anlara benzer.
Winnicott’un bahsettiği sahte benlik ile Jung’un persona kavramı burada kesişir: İkisi de özümüzdeki canlılığı tam olarak dışarıya yansıtmaz, gerçek benliğin ancak bir bölümünü gösterir. Sahte benlik dış dünyanın taleplerine göre şekil aldığı için insanın içindeki yaratıcılık ve canlılık gölgede kalır; Jung da personaya fazla kapılmanın yüzeyselliğe yol açacağını vurgular. Gerçekten de sadece maskesiyle yaşayan biri, bir süre sonra kendini donuk, hayatı sanki uzaktan izliyormuş gibi hissedebilir. Bu kişide otantik olamama hissi doğar. Dışarıdan her şey yolunda gözükür: Ağ pırıl pırıl, simetrik, dikkatle örülmüş… Ama örümcek ağının ortasında kimse yoktur sanki; içte derin bir yalnızlık ve anlamsızlık duygusu belirir. Jung der ki, insanın yaşam amacı kendi karanlığına bir ışık yakmaktır. Yani gölge yanlarımızla yüzleşip onları kişiliğimize entegre edebildiğimizde, ancak o zaman tam anlamıyla kendimiz olabiliriz. Gölge, sadece olumsuzluklardan ibaret değildir; bastırdığımız yaratıcılıklar, tutkular, özgün duygular da orada saklıdır. Nitekim birçoğumuz en büyük sanat eserlerini, en derin düşünceleri bu gölge yanımızla temas kurduğumuz anlarda ortaya çıkarırız. Gölgeyi kabullenmek, onun enerjisini yapıcı yollara yönlendirmek bizi bütünler ve güçlendirir. Örümcek, kendi ördüğü ağa takılıp kalmamak için en sonunda gölgede saklandığı köşeden çıkmak, ışığa doğru ilerlemek zorundadır.
Kendini Ağın Ardından Gösterme: Maskeyi Aralamak
Bir ömür boyu ördüğümüz sosyal ağların ardında gerçek benliğimiz tamamen kaybolmuş değildir. Zaman zaman, doğru koşullar oluştuğunda, o saklanan özü parlatıp görünür kılmak mümkün olur. Hepimiz hayatımızın bir anında, bizi gerçekten anlayan birinin yanında maskemizin gevşediğini hissetmişizdir. Güvendiğimiz bir dost, sevdiğimiz bir eş ya da anlayışlı bir terapist… Böyle biri karşımıza geçtiğinde, içimizden yükselen “ben aslında…” diye başlayan cümleler dökülür. Yıllardır ağın gerisinde fısıldayan sesimiz yükselmeye başlar. İşte bu anlar, örümcek ağındaki belli belirsiz boşluklardan içeriye sıcak bir ışığın sızdığı anlardır. Koruyucu maskemiz hala oradadır belki, ama şeffaflaşmaya başlar; altındaki gerçek ifadeyi seçmeye başlarız. Sevildiğimizi, yargılanmayacağımızı, güvende olduğumuzu hissettiğimizde maskeyi aralamak kolaylaşır. Bir anne, çocuğuna “senin her halini seviyorum” dediğinde, çocuk cesaret bulup ağının ardından gerçek duygularını göstermeye başlar. Bir terapist, danışanına yargısız bir alan sunduğunda, danışan yavaş yavaş sahte benliğinin zırhını çıkarıp incinmiş ve özlü yanlarını ortaya koyabilir. Bu süreç, kendine dönüş yolculuğudur. Yıllarca sahte bir role hapsolmuş bir yetişkin için, ilk defa kendini olduğu gibi ifade etmek belki ürkütücü ama aynı zamanda özgürleştiricidir. Sanki havalandırılmamış bir odaya pencere açmak gibi, ruhuna ferah bir nefes dolar.
Elbette maskelerimizden tamamen vazgeçmek gerçekçi değildir – belki de gereksizdir. Kimse topluma çırılçıplak bir ruhla karışamaz; bir parça korunma, bir miktar rol hayatın doğal akışında hep olacaktır. Önemli olan, maskemizin esiri olmamaktır. Örümcek ağları gibi ince dokunmuş zihinlerimizde hem kendimizi saklar hem de kendimize hapsoluruz. Yapmamız gereken, bu ağları yırtıp atmak değil, onların farkına varıp aralarından kendimize dair gerçek ışığı sızdırabilmektir. Yani örümcek ağı ile örümcek arasında bir denge kurmak… Ördüğümüz sosyal benlik ağı, bizi tamamen tanımlayan bir hapishane değil; aksine, üstünde yürüyüp dünyayla temas kurmamızı sağlayan bir köprü olmalıdır. İçimizdeki örümcek (öz benlik), bu köprüyü kullanarak başkalarına ulaşabilir, ancak gerektiğinde geri çekilip kendi içsel yuvasında da var olabilir.
Kendi otantik benliğimizi seçici biçimde de olsa ortaya koydukça, ilişkilerimiz derinleşir ve ruhumuz canlanır. Mesela uzun yıllar herkesin beklentilerini yüklenmiş bir kişi, bir gün “hayır” demeyi öğrenir ve o anda ağında kocaman bir delik açılır; oradan sızan gerçek ses “ben de varım” diye haykırır. Ya da hayatını başkalarını memnun etmeye adamış biri, ilk kez kendi hayalini gerçekleştirmek için adım attığında, o ana dek gölgede kalmış yaratıcılığı gün yüzüne çıkar. Bu tür deneyimler hem korkutucu hem de inanılmaz tatmin edicidir. Çünkü maskenin arkasından başımızı uzattığımızda, bizi sevenlerin aslında maskemize değil, doğrudan bize baktığını görürüz. En büyük korkumuz – “Gerçek halimi gösterirsem ya kabul görmem ya sevilmem” endişesi – çoğu zaman yersiz çıkar. Aksine, kırılganlığımızı gösterdiğimizde karşımızdaki de kendi maskesini indirir ve arada sahici bir bağ kurulur. İki örümcek ağı, uç uca eklendiğinde nasıl birbirine değip titreşirse, insanlar da gerçek benliklerini açtıklarında aralarında eşsiz bir bağlantı oluşur.
Sonuç olarak, her birimiz toplum içinde hayatta kalmak için bir örümcek ağı ördük ve o ağın ardına gizlendik. Bu ağ bize çocukluktan beri kalkan oldu, topluma uyum sağlamamıza, incinmekten korunmamıza yardım etti. Fakat aynı zamanda benliğimizle dünya arasında bir perde ördü; gerçek sesimizi boğuklaştırdı, renklerimizi gölgeledi. Şimdi yapmamız gereken, bu ağın farkına varmak ve onu yeniden anlamlandırmaktır. Örümcek ağı metaforu bize şunu hatırlatıyor: Ağ bizim eserimiz, tutsaklığımız değil. Ördüğümüz maskeler, eğer bilinçle ele alınırsa, ardındaki özü parlatmak için bir arka plan haline gelebilir. Nasıl ki güneş doğduğunda örümcek ağı üzerindeki çiy damlaları ışıl ışıl yanar ve ağı görünür kılar, biz de farkındalıkla yüzleşme ışığını tutarak kendi ördüğümüz kimlik ağını görünür kılabilir, onun ötesindeki gerçek benliğimizi seyredebiliriz.
En nihayetinde, benliğimiz ne sadece örümcek ağıdır ne de bütünüyle ondan bağımsız bir özdür; ikisi iç içe geçmiştir. Yapmamız gereken, içimizdeki örümcekle barış yapmak, onun ördüğü ağın üzerinde ustalıkla gezinmesini öğrenmektir. Bazen maskemizi takarak topluma karışır, bazen de maskeyi indirip dinleniriz. Kendi örümcek ağımızın hem ustası hem de sakini olabilirsek ne tamamen maskelerimizin ardında kayboluruz ne de savunmasız kalırız. Gerçek benliğimiz işte bu dengede filizlenir: İpliklerin arasından süzülen bir ışık huzmesi gibi hem ağın bir parçası hem de ondan bağımsız bir aydınlık olarak…
Son söz niyetine, hayalinizde bir sabah manzarası canlandırın: Çiğ taneleriyle kaplı bir örümcek ağı ve o ağın merkezinde kendi narin varlığını göstermeye başlamış bir örümcek. Güneş yükseldikçe ağın desenleri belirginleşiyor, küçük örümcek de yavaş yavaş hareket ediyor. İşte bu, sosyal benliğimiz ile öz benliğimizin buluşmasıdır. Ağ orada duruyor, ama ardındaki yaşam da görünür hale geliyor.
Kendi örümcek ağlarımızın ardındaki gerçek yüzümüzü, doğru ışık altında seçebilmemiz dileğiyle...




Yorumlar